DerlediklerimizGüncel

Toros Korkmaz | 1915’in İzinde Türkiye’nin Siyasi Kültürel Yoksunlaşması

Türkiye solu kendi tarihini Şefik Hüsnülerle, Mustafa Suphilerle, Hüseyin Hilmilerle ve bunların 1910 yılında kurduğu etki gücü son derece sınırlı olan Osmanlı Sosyalist Fırkası ile başlatır.

Ermeni Soykırımı üzerine Zürih Üniversitesi’nde doktorasını bitiren Dr. Toros Korkmaz; Soykırımı’ın 106. yılında Ermeni Soykırımı ve diğer soykırımların Türkiye’nin demokratik sol siyaseti ile kültürel dünyasına nasıl bir etki ettiği ve gerilettiği üzerinden bir makale kaleme aldı. 

**

1915’in İzinde Türkiye’nin Siyasi Kültürel Yoksunlaşması

Ermeni Soykırımı’nın 106. Yıldönümünde bu soykırımın neden ve nasıl olduğu üzerine birçok değerli yazı yazılıyor. Bu yazının konusu ise 1915 Ermeni Soykırımı’nın Türkiye siyasetine ve kültürel yaşantısına günümüze kadar süren olumsuz etkileri üzerine bir değerlendirmedir.

Tabii 1915 Ermeni Soykırımı’nı gene aynı tarihlerdeki Süryani ve birkaç yıl sonrasındaki Rum Pontus Soykırımları ile beraber Anadolu coğrafyasının müslüman olmayan halklardan arındırılması sürecinin başlangıcı ve aynı zamanda sonuçları itibariyle de en büyüğü olarak görmek gerekiyor.

Türkiye siyasetinin en zayıf noktası demokrasi kültürü eksikliği ve bununla doğrudan ilişkili olarak sosyalist fikir akımlarınınım dünyanın geri kalan coğrafyalarına kıyasla gerek toplumsal düzeyde gerekse aydınlar düzeyinde yeteri kadar kök salamamış olmasıdır. Bu durumun tarihsel olarak Osmanlı coğrafyasının ekonomik az gelişmişliğiyle kuşkusuz doğrudan bir ilişkisi var. Ama bunun dışında bir de 1. Dünya Savaşı’nın başından 1923’e kadar geçen sürede Türkiye’deki müslüman olmayan halkların yok edilmesiyle de azımsanmayacak bir ilişkisi var.

Türkiye toplumu cumhuriyetin kuruluşundan beri sekter, şovenist Türk milliyetçisi ve dogmatik İslami dinci akımların ideolojik-kültürel etkisi altındadır. Türkiye’nin resmi devlet ideolojisi de kuruluş tarihinden bu yana Türk-İslam sentezidir.

Türkiye’de devletin bir kimliği var ve bu etnik Türklük ile Sünni Müslümanlığa dayanıyor. Ülkede yaşayan halklara bu kimlik zorla benimsetilmeye çalışılıyor. Bu kimliği kabul etmeyenler sadece yasal zeminde değil, toplumsal düzeyde de ayrımcılığı ve dışlanmayı göze alıyor. Cumhuriyetin ilk kurucu yıllarında bu sentezin Türkçü öğesi ağır basarken, 1950’de çok partili hayata geçişle ve özellikle 12 Eylül 1980 faşizan askeri darbesinden sonra, İslamcı öğesi de daha öne çıkmaya başladı.

Devletin on yıllar içerisindeki baskısı sonucu Türkiye toplumunun, -Kürtlerin önemli bir bölümü hariç-, neredeyse tamamı kendini Türk ve Müslüman olarak tanımlıyor. Türk-İslam sentezci çerçevede kurgulanan ve anlatılan resmi tarihin çarpıtmaları sonucu toplumun çoğunluğu Anadolu coğrafyasının, Selçuklu kumandanı Alparslan’ın 1071 yılında Malazgirt Savaşı’nı Bizans’a karşı kazanmasından sonra çok kısa sürede Türkleştiğini ve Müslümanlaştığını düşünüyor.

Bu durumun tarihi gerçeklerle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Batı’nın tüm saygın üniversitelerinde Türkiye tarihsel olarak bir halklar mozaiği olarak anlatılır.

Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye coğrafyasındaki toplam nüfusu takriben 12 milyon civarındaydı. Bunun en az iki milyonu Ermeni, bir buçuk milyonu Rum, birkaç yüz bini Süryani, ve on binlercesi de diğer Hıristiyanlar ve Yahudilerdi. Kürtler ve Aleviler de işin içine katıldığında Sünni Müslüman Türk, -ki Türk etnik kimliği cumhuriyetin kuruluşundan sonra aşama aşama devletin ideolojik aktarımı sonucunda halk arasında benimsenmiştir-, toplam nüfusun yarısından daha az bir kesimini oluşturuyordu.

İşte 1915 Ermeni Soykırımı, gene onunla paralel gerçekleşen Süryani Soykırımı, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Karadeniz Pontus Rum Soykırımı ve akabinde Yunanistan’la yapılan nüfus mübadelesi sonucunda çoğunluğu Sünni Müslüman ve anadili Türkçe olan bir halk topluluğu Türkiye coğrafyasının Kürt illeri hariç önemli bir bölümünde mutlak çoğunluk haline geldi. Tabii bu arada Balkan ve Kafkas coğrafyalarından muhacir olarak Anadolu’ya gelen Müslümanların da devlete olan minnet borçlarından dolayı Türk kimliğini kolayca benimsediklerini unutmayalım.

Bu durum cumhuriyeti kuran kurucu kadroların asimilasyoncu Türk milliyetçiliğini ve 1950’lerden itibaren de Sünni İslami topluma rahatlıkla aktarıp benimsetmesinde oldukça kolaylaştırıcı bir etken oldu.

Türkiye’de HDP hariç mecliste temsil edilen büyük partilerin hepsinin ve hatta bazı sosyalist parti ve hareketlerin de aynı zamanda Türk milliyetçisi olması, ilerici, hümanist ya da sosyalist düşüncenin gelişmesinin önünde ciddi bir engel oluşturduğu açık. Hümanizm, liberalizm ve sosyalizm ve bunların türevleri olan sosyal demokrasi, anarşizm vb. gibi fikir akımları çok temelde bir halkın diğer halka üstün olduğunu reddeder.

İlke olarak hemen hepsi halkların kardeşliğini savunur. Milletlerin varlığını benimsese bile bunlardan birini diğerine üstün tutmaz ve milliyetlere özcü anlamlar yüklemez. Milletlerin tarihin belli zamanlarında belli maddi ihtiyaçlar neticesinde kurulduğunu kabul eder. Maalesef Türkiye’de Kürt siyaseti ve bir bölüm sosyalist hareket hariç toplumun ve aydınların çoğunluğunun tutumu bu olmadığı gibi, aksine şovenist-milliyetçi siyasi bir tutumu içselleştirmiş durumdalar.

Bir toplumda demokratik kültür ve ilerici değerler, o toplumun kurumsallaşmış yapıları aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılır. İşte 1915 Soykırımı Türkiye coğrafyasında sadece milyonlarca insanın vahşice katledilmesine değil, aynı zamanda bu kurumların da ortadan kalkmasına neden oldu. Bir örnek verilecek olursa, Türkiye solu kendi tarihini Şefik Hüsnülerle, Mustafa Suphilerle, Hüseyin Hilmilerle ve bunların 1910 yılında kurduğu etki gücü son derece sınırlı olan Osmanlı Sosyalist Fırkası ile başlatır.

Oysa bu partiden en az 23 sene önce Osmanlı Ermenileri 1887 yılında önce sosyalist Hıncak Partisini, üç yıl sonra da 1890 yılında gene sosyalist Taşnak Sutyun Partisi kurdular. Bu partiler 1900’ler gelindiğinde Osmanlı Devleti içinde on binlerce sempatizanı olan büyük örgütlerdi.

Sanılanın aksine her iki partide de yalnız Ermeni meselesi üzerine değil, Osmanlı Devleti içerisindeki diğer tüm halkların barış içerisinde sosyalist bir düzende nasıl yaşacağına dair çalışmalar yapıyor, Karl Marx’ın, Lenin’in yazdıkları eserler örgütlü partililer tarafından hararetle tartışılıyordu.

Örneğin Komünist Manifesto 1894 yılında Ermeniceye çevrilmişti. Kitlesel partiler olan Taşnaksutyun ve Huncak gene bu yıllarda diğer Batılı sosyalist partilerin dünya ölçeğinde kurduğu 2. Enternasyonal’in üyesiydiler.

Türkiye’de genelde şöyle bir algı hakim olmuştur: Osmanlı’daki gayrimüslimler Batılı emperyalist kapitalistlerin yerli işbirlikçisi sömürücü halklar olarak görülür. Oysa bu gerçekliğin bir çarpıtması, buzdağının su üstünde görünen çok küçük bir kısmıdır. Osmanlı döneminde gayrimüslimlerin içinde burjuva sınıfına mensup olanlar, gayrimüslim nüfusun yüzde beşten azını oluşturuyordu.

Ermeni, Rum ya da Yahudi sermayedarların fabrikalarında çalışan işçilerin büyük bölümü de gene Ermeni, Rum ve Yahudi işçilerdi. O dönem Osmanlı’nın en sanayileşmiş illeri İstanbul ve Selanik’ti ve bu illerdeki büyük işçi direnişleri ve grevler gene bu gayrimüslim işçilerin öncülüğünde organize ediliyordu. Gayrimüslim halkların diğer büyük kesimi ise zanaatkar, küçük esnaf ve küçük ölçekli tarım yapan köylülerdi.

Bu halklar Müslümanlara kıyasla Osmanlı Devleti’ne daha fazla vergi ödüyordu ve bunun yanında da yasal olarak statüleri birçok bakımdan Müslüman tebaadan daha aşağıdaydı. Örneğin subay olamıyor ve birçok memuriyete alınmıyorlardı. Resmi tarihin anlattığı ve birçok sosyalist grubun da milliyetçi ideolojinin etkisinde kalarak söylediği gibi ortada komprador sömürücü işbirlikçi gayrimüslim halklar yok, ancak gayrimüslim kimliği olan sermayedar bireyler vardı.

Gayrimüslim nüfusun ana kitlesi hem ekonomik olarak sömürülen hem de yasal olarak ayrımcılığa maruz kalan geniş halk kitleleriydi.

Bu halkların Ermenilerin Osmanlı toplumu içerisindeki demokratik kültürel yaşama katkılarına gelince, Ermeniler özellikle basın-yayın faaliyetlerinde çok etkindiler. Sadece Anadolu’da günlük 187 adet Ermenice gazete basılıyordu. Bunun yanı sıra onlarca mizah ya da farklı konu içerikli dergi çıkarılıyordu. Ermeni kadınların çıkardığı kadın dergileri vardı.

Sanatsal kültürel hayatın vazgeçilmezi olan tiyatro alanında da Ermeniler başı çekmiş, sadece Osmanlı’nın ilk tiyatrosunu kurmakla kalmamış, bunun yanı sıra yüzlerce tiyatro sanatçısı da yetiştirmişlerdi. Ermeniler müzikten edebiyata ve güzel sanatlara kadar sanatın her dalında üretmiş, binlerce eseri topluma kazandırmış ve Osmanlı kültür hayatının çok önemli bir bileşeni olmuşlardı.

Osmanlı Devleti’nin padişahlarının içinde yaşadığı saraylar bile Ermeni mimarlar tarafından yapılmıştı.

Örneğin Dolmabahçe ve Beylerbeyi sarayları Krikor Balyan tarafından yapılmıştı. Gene eğitim alanında da Ermeniler Anadolu’nun her yanında kurumlar kurmuşlardı. 1915’ten önce Osmanlı’nın Türkiye coğrafyasında toplam 1993 okulu bulunuyordu.

Tüm bunlardan da anlaşılacağı gibi gerek siyasi örgütlülükleriyle, gerek kültürel sanatsal faaliyetleri ve oluşturdukları kurumsal yapıları ile Ermeniler, Osmanlı toplumunun kültürel ve siyasi anlamda gelişkin dinamik bir unsurunu oluşturuyor ve Anadolu`nun her yanına dağılmış nüfuslarıyla da toplumsal kültürel ve siyasi gelişime katkıda bulunuyorlardı.

İşte 1915 Ermeni Soykırımı ve diğer Müslüman olmayan toplulukların başına gelenler tüm bu siyasi ve kültürel canlılığı bunu oluşturan kişi ve kurumlarıyla beraber yok etti.

1923`e gelindiğinde Türkiye nüfusunun Müslümanlara göre görece kültürel ve siyasi bilinç olarak daha gelişkin olan kesimi yok edildi, dersek yanlış söylememiş oluruz. Ve kendi doğallığında tarihsel olarak çok zengin olan Anadolu coğrafyası da çok kısa bir süre içinde kültürel olarak fakirleşti ve yüzlerce yıl geriye gitti.

Soykırımların geride bıraktığı ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel boşluk ve bunun inkarına dayalı yeniyi çarpık bir biçimde oluşturma çabası eskisinden çok daha geri bir siyasi ve kültürel bir iklimin oluşmasına yol açtı.

Somutlayacak olursak, örneğin bugün Erzurum`da Osmanlı döneminde nüfusunun yüzde kırkını oluşturan Ermeniler hala yaşıyor olsaydı, ırkçı milliyetçi ve dinci partiler bu ilde oyların yüzden sekseninden fazlasını muhtemelen alamazlardı. Beyazıt meydanında 15-16 Haziran 1915 gecesi Ermeni devrimci Paramaz ve 19 arkadaşı asılmasaydı, sosyalist gençlik hareketlerinin Türkiye`de ortaya çıkışı için 1960’ların sonuna kadar muhtemelen beklenmezdi.

Karadeniz dağlarında on binlerce Pontus Rum hunharca katledilmeseydi, sanırım bugün Türkiye’nin köklü üniversitelerinden biri olan Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi`nde Yunanca dili üzerine bir etkinlik yasaklanamazdı.

1915 Ermeni Soykırımı ve diğerleri, günümüzde en fazla sadece demokrasi ve sosyalizm mücadelesi veren parti ve örgütleri güçsüzleştirmemiş, bunun yanı sıra Anadolu`da hümanist ve demokratik değerlerin, sanat ve kültür insanlarının yalnızlaşmasına ve her şeye adeta sıfırdan başlamalarına neden olmuştur. Karl Marx’ın 18. Brumaire’de yazdığı gibi, “bütün olmuş kuşakların geleneği yaşayanların beyinleri üzerine bir kâbus gibi çöker.”

Başta Ermeni Soykırımı olmak üzere, diğer tüm soykırımlar ve cumhuriyet tarihindeki diğer kırımlar ile yüzleşilemediği taktirde İttihat Terakki’nin katliamcı devlet geleneği bir kâbus gibi hala devlet yöneticilerinin ve toplumun büyük bölümünün zihnine çökmeye devam edecek ve gelecekte maalesef diğer katliamlara zemin oluşturabilecektir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu